Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler
Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler

Botun boğazını kesince, ayakkabı oluyor...

01.05.2018
Murat Sevinç
Alıntı Yazı

İnsan o kadar gençken ve gittiği yere yerleşme niyeti de yokken, yani döneceğini biliyorken, her şey daha katlanılabilir oluyor. Çoluklu çocuklu insanların ‘yoksulluğu’ gibi ciddi bir iş değil, bekar ve genç insanın maceracı parasızlığı. Nasıl olsa geçecek diye düşünüp biraz da eğlenceye dönüştürmek mümkün.

Eğer paranız yoksa, paranın tarihini bilmeniz, emek değer kuramından haberdar olmanız, hiç işe yaramıyor; deneyimle sabittir! Hâlinin nedenlerini bilen bir parasız oluyorsunuz. Hayatta kalmak için kuramsal bilgi dışında bir de para kazandıracak beceri gerekiyor. Ya da parasız yaşamanın yollarını keşfetmenizi sağlayacak bir yeteneğiniz olmalı. Mesele bir biçimde hayatta kalmaksa eğer…

Rahmetli Çetin Altan, Türkiye’nin mesleksizler toplumu olduğunu yazar ve söylerdi. Örneğin ben, (her ne kadar artık işsiz olsam da!) bir akademisyenim. Anayasacı. Bu şu demek: Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir işe yaramam… Aynen bir siyasetçi gibi, bir özel sektör çalışanı gibi ya da örneğin bir bakanlık müsteşarı gibi. Öyle ya, Türkiye’de önünde tüm kapıların açıldığı, dalkavuklara taklalar attıran bir siyasetçi, Edirne’nin dışında, hiçbir vasfı olmayan, hiç kimsenin ciddiye almadığı bir insandır. Oysa ben bir anayasacı olacağıma çok iyi bir marangoz ya da kaporta ustası olsaydım, belki de bir hekim; her yerde çalışma, işe yarama, para kazanma fırsatına kavuşabilirdim. Önemli ve değerli olan, bir ‘meslek’ sahibi olmak. İyi duvar ören biri, bir başbakandan daha evrensel bir iş yapıyordur aslında. Türkiye ne yazık ki herkesin üniversiteden başka her şeye benzeyen üniversitelere gitmek istediği, düzgün meslek edinilmeyen bir memleket. Mesleksizler toprağı…

Yirmili yaşlarda, Londra’da bunları düşünmeye başladım. Lokantaların birinde, akşam canlı müzik yapan iki arkadaşımız vardı. Biri, gündüz marangozluk da yapıyordu ve akşam iki üç saatlik sürede, çok iyi keman ve gitar çalabildikleri için geçimlerini rahatlıkla sağlayabiliyorlardı. Çoğunuz biliyorsunuzdur; örneğin yetenekli aktör Daniel Day Lewis aynı zamanda çok iyi bir marangoz. Danny DeVito, şöhret olmazdan önce berbermiş. Bak bu da çok iyi bir iş. Yurt dışında en masraflı işlerden biri tıraş olmak. Bir ara kaldığım pansiyonda, berberlik yapan bir arkadaş tüm pansiyonu tıraş edip sevaba giriyordu. Gerçi sonrasında çok ucuz bir berber keşfetmiştim. Yaşlı biriydi ve günde yalnızca üç dört saat çalışıyordu. Beş sterlin alıyordu ki, Londra koşullarında bedavadan ucuz sayılırdı. Keşke bir müzik aletini çok iyi çalabilseydim. Örneğin, İstanbul’da tamamladığım ilk orta ve lise eğitimi, bana okuma yazma dışında bir şey kazandırmadı. Hiçbir şey. Ne öğrendiysem, tiyatro, sinemaya giderek ve bir yaştan sonra okuyarak, şehir yollarını arşınlayarak öğrendim. Yıllarca o okullara gideceğime, okuma yazmayı dışarıda öğrenip bir de örneğin piyano çalabilseydim, çok daha mutlu bir insan olabilirdim. Yedi yaşım ile üniversite arasındaki eğitim yaşamım, zaman kaybından başka bir şey değildi. Ya da mesela, çok iyi saz çalmayı isterdim. Para kazanmak bir yana, hiç olmazsa sevdiğiniz bir şeyi yaparsınız…

İnsan o kadar gençken ve gittiği yere yerleşme niyeti de yokken, yani döneceğini biliyorken, her şey daha katlanılabilir oluyor. Çoluklu çocuklu insanların ‘yoksulluğu’ gibi ciddi bir iş değil, bekar ve genç insanın maceracı parasızlığı. Nasıl olsa geçecek diye düşünüp biraz da eğlenceye dönüştürmek mümkün. Birkaç yazı önce söylemiştim, ilk lokantada beş buçuk ay çalıştım ve aldığım ücretten okul ile pansiyon ücretleri çıktığında, haftada on sterlin cep harçlığı kalıyordu. Bu da, elmalı pay, fish finger, arada bir çay kahve demekti. Buna mukabil şehir, bedava müze cennetiydi. Ayrıca, şairin dediği gibi, hava ve su da bedavaydı…

Şehrin yollarında uzun yürüyüşler yapmak da başlı başına bir zevk. Dolayısıyla, evde ekmek bekleyen olmayınca, sürekli ‘gelir’ düşünmüyorsunuz. Ne var ki, Türkiye’den giderken, çok sıkışırsam biraz para isterim diye düşünmüştüm, yalan olmasın. Ancak ben oradayken ‘94 krizi’ çıktı ve döviz öyle arttı ki, böyle bir şansım kalmadı. O zaman Türkiye şimdiki gibi değildi, siyasi ve ekonomik sorunları vardı (!); henüz gereğinden fazla ileri demokrasiye de geçmemiştik. Hemen her şeyimiz gibi demokrasimiz de vasattı anlayacağınız. Bir de unutmadan, ben ilk Müslüman’ı da Londra’da gördüm; çünkü AKP’den önce hiç kimse dinini özgürce yaşayamadığı için, insanlar Müslüman olduklarını söyleyemez, sorunca reddederdi. Bizim Eyüp-Fatih civarı mesela, ekseriyetle Şaman idi. Bayram seyran bilmez, yılın belli günlerinde Eyüp meydanında ateş yakıp etrafında şarkılar söyleyerek dans ederdik. Türkiye halkı, İslam dininin varlığından 2002’den sonra, AKP sayesinde haberdar oldu! Sağolsunlar…

Her neyse, kriz olup aileden para alma şansını tamamen kaybedince kendimle baş başa kaldım ve ne yazık ki o esnada kendim, baş başa kalmayı tercih edeceğim biri değildi! Çalıştığım sürece sorun yoktu, hiç olmazsa ne alacağımı biliyordum. Ancak yalnızca bir hafta işsiz kalmak dahi dengelerimi alt üst etmeye yetiyordu.

Orada deneyimlediğim parasızlık, Türkiye’dekinden farklıydı. Burada, başınız sıkıştığında birine gider, borç bulamasanız bile hiç olmazsa çay kahve içip sohbet edersiniz. Orada, parasızlığın bir başka boyutu olan, ‘mutlak yalnızlık halinde parasızlık’ duygusuyla tanıştım. İlk zamanlarda en yoğun hissettiğim duygu buydu. Yalnızlık. Dertleşecek birilerinin olmaması, sevdiğiniz herkesin uzakta oluşu çok can sıkıcı. Pek insan meraklısı sayılmam ama “Yalnızlık Allah’a mahsus” dememişler boşuna. Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var. Diyeceğim, parasız olmak mesele değil, bunu anlatacak insan olmayışı, derdin büyüğü.

Fakat, eğlenceli yanlarını görmeye çalıştığım, dalgasını geçtiğim bu koşullar, insandan umut kesmemeyi de öğretti bana. Zor koşullar, güzel insanlar tanımak için bir fırsat olabiliyor. Bir önceki yazıda, okulun yanındaki lokanta-kafenin sahibinin, benden hep yarım hesap tahsil ettiğini yazmıştım. Bunu hiç konuşmadık, o da ben de durumun farkındaydık. Böyle insanlar çıktı karşıma. Örneğin, ne yazık ki soyadını hatırlamadığım, adı ‘Tezeri’ olan ve herkesin ‘Tez’ dediği bir abimiz vardı. Tez, kimsenin kimseye borç vermek istemediği bir yerde, hem pansiyon kirası, hem sonraki pansiyonun depozitosu ve ilk vize başvurumda gerekli olan belgeler için lüzumlu parayı, borç vermişti. Üstelik hiç sorgulamadan. Melek gibi bir adamdı hakikaten. Türkiye’ye geldikten sonra, bağlantımın koptuğuna en üzüldüğüm insanlardan biridir. Keşke bir mucize olsa ve bu yazıyı okusa, ah ne güzel olur…

Yine, Mülkiye’den bizim Bülent’in, bana bir zarfın içinde Birinci sigarası paketleri postaladığını söylemiştim bir yazıda. İnsan zehirleneceği için bu kadar mı mutlu olur, oluyormuş demek ki! Bir de tabii, aynı insan, telefon edip “Durumum çok kötü” dediğimde, o zamanki asistan maaşının neredeyse tamamını göndermişti. Ben Londra’ya giderken Kentleşme’de asistan olmuştu Bülent. Ne kadar zaman geçerse geçsin, bunları unutmuyor insan. Aşırı demokratlar, ne yazık ki Bülent’i de attı, birlikte atıldık sayın üniversiteden!

Ama herhalde en matrak hikâyelerden birini, Arzu’yla yaşadım. Sevgili Arzu, o sırada LSE’de doktora çalışması yapıyordu. Şimdi, Hacettepe’de iktisat profesörü. Ne zaman başım sıkışsa yardıma koşardı Arzu. Diyelim ki metroya binecek para kalmadı; hemen gelir alırdı, şehir merkezine giderdik, çay kahve ısmarlardı, dertleşirdik. O da tiryakiydi benim gibi. Bir ara sigarayı bırakmak için koluna bir şeyler yapıştırdı ve kolundaki bantla sigara içmeyi sürdürdü! Bir gün buluştuğumuzda ayakkabılarım dikkatini çekti. İstanbul’dan giderken, Çemberlitaş’taki bir pasajdan aldığım bot dışında ayakkabı götürmemiştim. Neden? Neden olsun, zannediyorum ki, orada kazanacağım parayla istediğim gibi alışveriş yapabileceğim. Çocukluk işte! Tabii, hiçbir şey alamıyorum. İlkbahar, yaz derken, botun içinde pişmeye başladım. Ayakkabı almaktan umudu kesince, son derece pratik bir şey yaparak, botun boğaz kısmını kesip ayakkabıya dönüştürdüm. Bunu yaparken de biraz şekilli kestim ki, modeli öyle zannedilsin! İşin bu kısmı da, gençlik işte! Arzu, kafede otururken ayakkabımı görüp “Bu ne böyle!” diyerek hayretle baktı ve öğrenince, önce sıkı bir kahkaha atıp sonra beni yalvar yakar (fakir ama onurlu bir gencim, nihayetinde!), bir ayakkabıcıya gitmeye ikna etti. Verdiği yirmi beş sterlin ile normal ayakkabı alıp boğazı kesik botlarımı dükkanın çıkışındaki çöp kutusuna attım, büyük bir zevkle… Görüştüğümüzde hâlâ kahkahalarla anlatıyor o günü. Sevgili Arzu, nasıl unutursun ki bu hoşlukları, iyilikleri; ama bak gün geldi, yazma fırsatım oldu. Dedim ya, mesele yalnızca parasızlık değil, yalnız kalmamak, insan sesi, muhabbet ve desteği. Bunlar olduğunda, para pul kısmını çok da ciddiye almıyor insan, bir biçimde devam ettirilebiliyor günlük yaşam. Ve bu devam ettirebilme hâlinin çok eğitici, öğretici bir yanı var hakikaten.

Şu para konusuyla ilgili, bir de pansiyon hikâyesi anlatarak bitireyim yazıyı. İlk evden atılınca, yine Güney Londra’da bir başka pansiyon buldum. Dört beş odası vardı ve pansiyon sahibi, borçlanma yöntemiyle neredeyse bütün mahalleyi almış uyanık bir müteşebbisti. İnanması güç ama, evdeki her şey bozuk parayla çalışıyordu. Elektrik, şofben, telefon, ısıtma, her şey… Herhangi birini çalıştırmak için jeton hanesine bozuk para atıyordunuz. Diyelim ki gece vakti odanın elektriği kesildi ve bozuk paranız yok; ya dışarı çıkıp o saatte bozduracaksınız ya da karanlıkta oturacaksınız! En saçması, şofbendi. Bir sterlin attığınızda çok geliyordu, yarısını attığınızda da az. Bu nedenle her sabah, üst katta duş alan yaşlı İskoç’un duşa girmesini bekler, hemen ardından giderek ondan kalan sıcak suyu, jeton deliğine elli peni atıp çoğaltarak kullanırdım. Hakikaten kaldığım en garip yerlerden biriydi. Bozuk para yetişmediğinde, duşta soğuk suya mecbur kaldığınız bir yer!

Bak şimdi, duş der demez aklıma garip bir biçimde, şu anlattığım hikâyeden çeyrek yüzyıl sonra benim ve meslektaşlarımın kanında ‘duş almak’ isteyen saygıdeğer iş adamı geldi. Geçen gün mahkemede avukatı, “Bu ifadeyi gerçek anlamda kullanmamıştır” demiş. Okuyunca, “E canım tamam o zaman” diye düşünüp rahatladım. Ne güzel bir savunma değil mi, “gerçek anlamıyla kullanmamıştır!” Jetondan bu konuya gelmeyi ben istemedim muhterem okuyucu, memleket koşulları…

Sözün özü, evet böyle maceralarda parasızlık çok muhtemel ama, yalnızlıkla birleşmesin, o fena çünkü. Eğer sıkıntıları anlatacak ve sizi, size yük olmadan kollayacak güzel kalpli insanlar varsa çevrenizde, parasızlık başlı başına bir dert olmaktan çıkıp eğitim ve öğretim aracına dönüşüveriyor…

Rahmetli Süleyman Demirel’in söylediği gibi, meseleleri mesele etmezseniz, ortada mesele kalmaz…

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş
Çok okunan haberler