Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler
Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler

‘Dördüncü Cumhuriyet’in kıyısında: Kim kazanacak?

27.04.2018
Hakkı Özdal

Genelkurmay Başkanı’nın, seçime iki aydan az bir süre varken, adaylığı konuşulan bir siyasiyi bir başka aday lehine ‘ikna etmek’ üzere ziyaret ettiği yönündeki haberler; yıllar önce Mesut Yılmaz’ın “Ordunun temennisi Anayol’du” diyerek açık ettiği müdahaleyi hatırlatıyor. Ve bu da içinde bulunulan siyasi krizin boyutları açısından bir ‘modelleme’ olanağı veriyor.

Bir takvim günü olarak değil de bir siyasal süreç olarak ‘28 Şubat’, nihayetinde devirmeyi başaracağı Erbakan hükümetinin kurulmasından çok önce başlamıştı aslında.

24 Aralık 1995’teki seçimlerde Refah Partisi yüzde 21.4 oyla birinci parti olmuştu. Meclise ANAP (yüzde 19,7), DYP (yüzde 19,2), DSP (yüzde 14,6) ve CHP (yüzde 10,7) de girmişti. MHP (yüzde 8) ve 10 milletvekili tutuklu olan HADEP (yüzde 4) barajın altında kalmıştı. Bu çok parçalı siyasi yapı, başta ordu ve o sıralar revaçta olan adlandırmayla ‘iş dünyası’ denilen büyük sermaye olmak üzere, dönemin ‘merkez güçlerini’ tedirgin ediyordu.

 

Panik, esasen, Erdoğan ve Gökçek’in İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazandığı Mart 1994’teki yerel seçimlerden sonra başlamıştı. Ama Refah’ın parlamentoda da birinci parti haline gelmesi bardağı taşırdı.

Seçimden 17 gün sonra, 10 Ocak 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel hükümet kurma görevini mevzuat gereği Erbakan’a verdi. Ordu, sermaye ve medya blokunun tasarladığı hükümet ise bir ANAP-DYP koalisyonuydu. Erbakan’la koalisyona hiçbiri yanaşmadı. Ama muhayyel Anayol koalisyonunu oluşturacak partilerin genel başkanları Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller arasında da ‘merkez sağın liderliği’ konusunda husumet düzeyine varan bir rekabet vardı. Yılmaz, görev kendisine verilince, olası koalisyonda başbakan olmak isteyen Çiller’e karşı elini güçlendirmek için Erbakan’la koalisyon kuracakmış izlenimi vermek istedi. Fakat bu belirsiz, ima düzeyindeki ve blöf mahiyetindeki siyasal cilve orduyu fena halde kızdırdı. Ve ‘her ne olduysa’ o arzu edilen koalisyon hızlıca kuruldu. Sadece üç ay hayatta kalabilen bu koalisyonda başbakanlığı Mesut Yılmaz’a kaptıran Çiller, aynı yaz Erbakan’la koalisyon kuracaktı. Ama bu zorlama ‘Anayol’ koalisyonu, ömrünün kısalığı kadar, nasıl kurulduğu ile de dikkat çekiciydi. Mesut Yılmaz, başbakan olduktan hemen sonra çıktığı bir Paris yolculuğunda, uçaktaki gazetecilere, “Ordunun temennisi Anayol’du” diyerek aslında koalisyonun nasıl kurulduğunu söyleyivermiş, ertesi gün gazeteler bu sözleri manşet yapmıştı. Genelkurmay, işaretli bir tarih olarak ’28 Şubat’tan bir yıl önce siyasete bizzat müdahale ediyordu. Bunun detaylarını henüz bilmiyoruz, ama muhtemelen Mesut Yılmaz’ı ‘ziyaret eden’ bir ‘askeri yetkili’ onu Erbakan’la koalisyon kurmaması için ‘ikna’ etmişti.

24 Haziran baskın seçimi ilan edildiği andan itibaren yaşamaya başladığımız baş döndürücü trafik, aday isimlerine ve olası ittifaklara yoğunlaşmış durumda. İktidar blokunun, belli ki birden fazla nedenle mecbur kaldığı (ya da mecbur hissettiği) seçim, yol açtığı bu olağanüstü siyasi hareketlilikle Türkiye’nin bir kez daha bir kavşak noktasına geldiğini gösteriyor. Belli ki bazı ittifaklar bozuluyor, çözülüyor ve bazı yenileri kuruluyor. Fiziki ve moral tabloya bakıldığında, bu reaksiyonlar pek iktidar lehine görünmüyor. CHP’nin, seçime girmemesi yönünde bir ‘irade’ konulacağı anlaşılan İyi Parti’nin önündeki engeli emanet vekillerle aşması; Saadet Partisi’nin geleneksel olarak ters kutupta olduğu CHP’yle samimi ittifak görüşmeleri ve Abdullah Gül’ün adının gündemde olması gibi konulara iktidar cenahından gösterilen aşırı tepkiler, tedirginliği gizlenemez şekilde ortaya koyuyor. Zaten iktidar cenahındaki bu tedirginlik de esasen bir yıl öncesinden, 16 Nisan referandumu ‘sonuçları’nın görülmesinden beri sürüyor. Ve 1995-96’nın merkez güçlerinin bir yıllık bir tedirginliğin ardından siyaset alanına açıktan müdahale etmesi gibi, bugünün merkez güçleri de karşı karşıya kaldıkları krize ellerindeki ‘olanca güçle’ müdahale etmeye çalışıyor.

Dün, önce, bir dönem Saadet Partisi’nde aktif siyaset yapan, 2014 yerel seçiminde SP’nin Rize adayı Mehmet Bekaroğlu’nun basın danışmanlığını yapan Ramazan Bursa’nın attığı bir tweet dikkat çekti. Şöyle yazmıştı: “11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Erbakan Ödülleri Törenine gecikmeli katıldı. Gecikmenin sebebi, iki önemli ismin Gül’ü ziyaret etmesiydi. CBaşkanı Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Akar ve İ.Kalın’ı; Gül’ü ikna etmek için göndermişti. Görüşmenin 3 saate yakın sürdüğü belirtiliyor.”

Ramazan Bursa’nın Saadet kulislerinden edindiği anlaşılan bu bilgi uzun süre ne teyit edildi ne de yalanlandı. Ve Bursa’nın mesajından 4 saat sonra, iktidarı ‘çevreleyen’ medyalardan Habertürk’ün internet sitesi de aynı içerikte bir haber yayınladı. Haber bir ‘iddiayı’ aktarmıyor, net bir bilgi veriyordu: “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Erbakan Ödülleri öncesi Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ikna için ziyarete gönderdiği ÖĞRENİLDİ.”

 

Bu haber kısa süre sonra siteden kaldırıldı, sosyal medya paylaşımları silindi. Ama haberin ‘bugünkü koşullarda’ Habertürk’e ‘girebilmesi’ de, sonra apar topar kazımak suretiyle silinmesi de yukarılarda bir yerlerde yaşanan hareketliliğin karinesi olarak kayda geçti.

Tabii birbirinden her açıdan çok farklı iki kaynak tarafından yayınlanmış bu haberde asıl nokta, Genelkurmay Başkanı’nın, seçime iki aydan az bir süre varken, adaylığı konuşulan bir siyasiyi bir başka aday lehine ‘ikna etmek’ üzere ziyaret etmesi. Bu ikna ziyareti haberi bana yıllar önce Mesut Yılmaz’ın “Ordunun temennisi Anayol’du” diyerek açık ettiği müdahaleyi hatırlattı.

Elbette tarih tekerrür etmiyor; ama köklü gelenekleri olan bir devletin, kalıp olarak birbirinden çok farklı ellerdeyken de benzer iş görme biçimleri kullanması içinde bulunulan siyasi krizin boyutları açısından bir ‘modelleme’ olanağı veriyor.

 

Hollandalı tarihçi ve Türkolog Erik Jan Zürcher, 1923’ten itibaren Türkiye cumhuriyetini üç döneme ayırıyor ve ‘ikinci cumhuriyet’i 1960, ‘üçüncü cumhuriyet’i 1980 askeri darbeleriyle başlatıyordu. Eğer bir ‘ikinci cumhuriyet’ten söz edilecekse, onun 1960’tan mı, yoksa Türkiye’nin iç ve dış siyasette büyük bir mutasyon yaşamaya başladığı 1950’den mi başlatılması gerektiği tartışmaya açıktır. Ama Türkiye’nin, küresel kapitalizme, ‘Türk-İslamcı’, ‘muhafazakar-milliyetçi’, ‘Müslüman demokrat’ gibi isimlendirmelerle dizayn edilen kadrolar tarafından iliştirilmesi esasına dayanan ‘neoliberal üçüncü cumhuriyet’, yol açtığı büyük tahribatla birlikte, hayati bir yol ayrımına gelmiş gibi görünüyor. Mevcut iktidar bloku da dahil olmak üzere, iktidarı kazanabilir gözüyle bakılan seçeneklerin ‘ülkeyi yönetebilir’ olacağı konusundaki şüpheler; ‘seçim mecburiyeti’ gündeme geldiğinden beri yaşanan kırılmalar; Milli Görüş ile CHP’nin daha önce tabiatlarına aykırı kabul edilen yakınlaşmaları; Akşener ekibinin ‘derin devlet bizi bir şeylere zorluyor’ demeçleri; binlerce ‘kriptonun’ ordudan tasfiye edileceği demeçleri ve ardından gelen sessizlik ve bunlar gibi onlarca başka gelişme, uluslararası gelişmeler ve aktörlerin de bizzat içinde oldukları bu yol ayrımının işaretleri…

Bugüne kadar kurulan cumhuriyet denklemlerinin en önemli ortak özellikleri emeği ve Kürtleri dışlamasıydı. Bugün de bir ucunda “OHAL’le bir sürü grevi bastırdık ne güzel” diye övünenlerin, diğer ucunda, yaptıkları ve yapmadıklarıyla mevcut enkazdan bizzat sorumlu olanların bulunduğu bir seçenekler listesi çıkıyor karşımıza. Neredeyse tamamı, artık eskidiği su götürmez biçimde ortaya çıkan ‘eski yeni Türkiye’nin aktörleri üzerinden çıkış aranıyor. Adı geçenlerden olası tek ‘yeni’ aday hapiste bulunuyor. Bu tabloda kimin ‘kazanacağını’ belirleyecek olan, birinci ya da ikinci tur seçim olmayacak ve asıl mücadele seçimden hemen sonra başlayacaktır belki de…

 

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş
Çok okunan haberler