Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler
Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler

Yeni vaat, ‘muhafazakâr demokrasi’ yerine ‘despot kapitalizm’ mi?

01.06.2018
Hakkı Özdal

Bugün, eski kitaplarıyla faka bastırılanından yeni rakipleri karşısında dize getirilenine dek bir dizi yandaşının, etkisiz, işlevsiz olmaktan öte zarar verir hale gelmesi, rejimin tam bir çöküş ile tam bir ‘istikamet değişimi’ arasında bocalayacağı bu terminal dönemi işaret ediyor.

Tayyip Erdoğan, dünkü Malatya mitinginde konuşuyor. Hedefinde Muharrem İnce var. Neredeyse birer hayalete dönüşen yerli uçak ve otomobil konusundaki eleştirilerini yanıtlamaya çalışıyor İnce’nin. Şöyle diyor bir ara: “Tesla otomobil var ya, onun patronu ziyaretime geldi. Bu konuları onunla konuştuk. Şimdi diyor ki ‘Erdoğan 20 yıl geriden geliyor’. Muharrem Efendi bizim hayatımız bu işleri yönetmekle geçti…”

Sonra, avuç içi yukarı bakan elini şişirdiği göğsüne yaklaştırarak devam ediyor: “Sen yönetilensin biz yöneten!” Dinleyicilerden daha yüksek destek çığlıkları duyuluyor.

Normal koşullarda, seçim arifesinde olan ve 16 yıllık iktidarı yoğun ‘tek adamlık’ eleştirileri altında olan bir politikacıdan beklenmeyecek bir hareket gibi görünüyor bu ilk bakışta.

Ama “Sen yönetilensin biz yöneten” cüretkârlığı, bir gaf olmaktan öte, başka işaretlerle de birleşen bir yeni yönelimin; AKP ve esasen de Erdoğan tarafından temsil edilen iktidar blokunun, 24 Haziran’la çözülmeyeceği giderek daha çok anlaşılan yönetim düğümüne karşı yeni önerisininparolalarından biri olabilir mi?

Bu soruya geri gelmek üzere, aynı gün, yani 31 Mayıs günü Malatya’dan İstanbul’a dönelim…

Taksim’de, Gezi Parkı direnişinin beşinci yılı vesilesiyle yapılması planlanan anma gösterisine karşı olağanüstü bir ‘güvenlik tedbiri’ ortamı var. İstanbul, rejimin kendi kuruluşunun, hatta Erdoğan ve AKP’nin mitolojik anlatısında siyasal doğumunun dayandırıldığı kent… Bu açıdan sembolik bir önemi var ve bu önem her defasında vurgulanıyor. İşte o İstanbul’da; üstelik de kentin sosyal ve kültürel merkezinde, ölçüsü aşağı yukarı belli olan bir gösteri karşısında aldığı bu olağanüstü tedbirler, iktidarın, sadece toplumsal muhalefete karşı ifrata varmış endişesini ve özgüven eksikliğini mi gösterir? Yoksa rejimin başkentindeki bu sıkıyönetim, AKP/Erdoğan rejiminin, hem bizzat Gezi direnişinden bu yana geçirdiği yapısal dönüşümü, hem de kendi iktidar blokunda bulunmaya/kalmaya davet ettiği sermaye fraksiyonlarına bundan sonrası için vaatlerini sergilediği bir ‘performans’ mıdır?

Şimdi, Malatya’daki “Sen yönetilensin ben yöneten” cüretkârlığı ile İstanbul’daki Gezi sıkıyönetiminden doğan bu sorulara ortak bir yanıt arayalım.

AKP, Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlanmak istenen, ama ancak 12 Eylül darbesi sayesinde mümkün hale gelen neoliberal dönüşümün 2000’li yıllardaki yüklenici firması olarak ortaya çıktı. Özal’ın ANAP’ıyla kurulan yeni sağcı iktidar, 8 yıllık, hızlı ve kontrolsüz bir ‘inşa’ sürecinin sonunda iflas etmiş, ama bu sürede işçi sınıfının ana gövdesini tüm kazanımlarından, sendikalarından ve siyasal varlığından uzaklaştırmayı; toplumu ekonomik, kültürel ve ahlaki bir çöküntünün eşiğine sürüklemeyi; 70’lerin sert sınıf mücadelesine karşı sınıfsız bir kimlik dayatması olarak Türk-İslamcı zemini genişletmeyi ‘başarmıştı’. Ancak tüm bunları yaparken büyük hasar almış ve kendinden önceki en dinamik güçlerde ölümcül yaralar açarken kendisi de yaralanmıştı. Özal-ANAP iktidarının fiilen sona erdiği 1991 yılından hemen önceki büyük işçi eylemlerinde yaygınlaşan “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” sloganı bu yaradan sızan kandı bir bakıma.

Önce ANAP iktidarının sonra bizzat Özal’ın ölümü ile geride kalan bakiye, sınıfsal birliğini kaybetmiş burjuva fraksiyonları arasında ayrılıklar, yükselen İslamcı dalgaya karşı geleneksel devlet bürokrasisinin olağanüstü tepkisi ve büyük ekonomik sıkıntıların yüküyle karşı karşıya olan örgütsüz halkın çalkın çaresizliği oldu. Kürt sorununun şiddet yoluyla ‘çözümü’ne odaklanmış, sermaye sınıfları arasındaki parçalı yapıyı bu şiddetin şemsiyesi altında ve ‘beka’ parolasıyla bir araya getirmeye çalışan bir ‘MGK iktidarı’ ve ona eşlik eden koalisyonlarla 10 yıl daha geçti.

Bütün varlığı ve olanaklarıyla, çözmeye değil ama ‘yok etmeye’ giriştiği Kürt meselesi başta olmak üzere toplumun hiçbir sorununu çözmeyen bu ‘MGK iktidarı’, karpuz gibi yarıldı. Önce 28 Şubat hamlesiyle neoliberal dönüşüme yeniden tam entegre olmaya, ama bu esnada da ‘İslamcı tehlikeyi’ bertaraf etmeye çalışan asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki klik iktidarı ele geçirdi. Sermayenin, MÜSİAD ve o zamanki adlandırmalarla “Anadolu kaplanları”, “yeşil sermaye” diye anılan kesimleri dışında tümünden destek almışlardı. Sonradan AKP’nin en büyük destekçileri haline gelecek olan TOBB, TESK, İstanbul ve Ankara ticaret odaları gibi temel sermaye örgütleri 28 Şubat’ın tam siper arkasındaydı.

Ama karşı tarafta da artık bir başka sermaye fraksiyonu ve onunla temas/ittifak halinde bir devlet bürokrasisi vardı. 28 Şubat süreci, bazı ülkücü reislerden Mehmet Ağar’a uzanan tasfiyeler açısından bir ‘devlet içi çatışma’; diğer yandan da kabaca İstanbul merkezli büyük sermaye ile Anadolu burjuvazisi olarak anılabilecek sermaye fraksiyonları arasında bir çatışmaydı. Devlet ve sermaye sınıfları arasındaki bu çatışmalar, siyasal, ekonomik ve toplumsal krizi daha da derinleştirdi. Ve ülke, 2001’de cumhuriyet tarihinin en yıkıcı ekonomik krizine sürüklendi.

AKP ve Erdoğan, tam da bu dönemde, çatışan iki blok arasında melez bir ‘uzlaşma’ zemini olma iddiasıyla ortaya çıktı. Neoliberal politikaları ihya etmek üzere Batı’nın desteğini, ‘muhafazakâr demokrat’ kimliği vurgulayarak yorgun halkın rızasını devşiren parlak bir başlangıç yaptılar ve yakın zamana kadar bölünmüş sermaye fraksiyonlarının birleşik desteğini de kısa sürede sağladılar. Yeni iktidara direnç gösteren son kesimler olarak asker-sivil bürokrasiyi de sonradan kanlı bıçaklı düşman olacakları Cemaat’in yargı ve güvenlikteki mevcut gücünü kullanarak etkisiz hale getirdiler.

Tüm bu süreç, dünyadaki konjonktüre de uygun olarak, ‘liberal’, ‘muhafazakâr demokrat’, ‘Batıcı’ bir söylem ve kimlikle yürütüldü. Ve ordu merkezli bürokratik güçlere karşı giriştikleri siyasal mücadeleyi artık kesin olarak kazandıkları 2013 yılına kadar da –en azından söylemde– bu tutumu/kimliği korumaya çalıştılar.

‘Yeni Türkiye’ koduyla kurulan yeni rejimin, bu neoliberal ve ‘muhafazakâr demokrat’ maskeler yerine, aks değiştirerek ‘yerli ve milli’ bir hatta geçmesinin miladı da aynı yıl ortaya çıkan Gezi direnişi oldu belki. Gezi; ‘darbeci’, ‘eski Türkiye kalıntısı’ olmakla suçlanmasının nesnel olanakları sınırlı bir toplumsal dinamizmi işaret ediyordu ve çok temel bir meseleden, kentlerin yağmalanmasına karşı tepkiden başlamış olmakla birlikte, giderek otoriterleşen yeni rejime karşı temel bir itirazı da kapsıyordu. Harekete geçirdiği orta sınıflardan toplumun alt kesimlerine yayılma olanağı bulamadan zor yoluyla ezildi; ama Erdoğan ve yönetiminin, aynı anda hem ‘demokrat’, hem de yağmacı bir neoliberal kapitalist olmayacağını geri dönülmez şekilde işaretleyen bir iz bıraktı.

Geride kalan 5 yılda yaşanan değişim, zorlu bir kabuk değiştirmeydi iktidar için. Ve dünyada da neoliberal hegemonyanın genel bir sarsıntı hatta çöküş içinde olduğu son yıllarda, küresel ölçekte değişen dengelere uyum sağlayarak ayakta kalmayı amaçlayan bir arayışa dönüştü bu kabuk değişimi.

Şimdi, kendi iktidarının başlangıcındakine benzer bir toplam kriz ortamında, sermaye sınıflarının da yeniden fraksiyonlaştığı, kendisine bağlı ve oldukça dar, birkaç halkadan ibaret yeni büyük sermaye ile geleneksel büyük burjuvazinin ayrıştığı; yoksulluk ve sosyal politika denkleminde kimliksizleştirilmiş emekçi sınıfların talep ve beklentilerinin giderek karşılanamaz hale geldiği koşullarda; önceki iddialarının tamamen tersi yönde yeni bir ‘vaatte’ bulunuyor, özellikle de egemen sınıflara: Dünyanın bu tekinsiz ve rotası belirsiz savrulmasında “sen yönetilensin ben yöneten” deme cüretine sahip bir despotizm ve kendi sembolik merkezinde birkaç yüz kişilik bir gösteriye karşı binlerce polisi seferber etmekten çekinmeyen bir yeni ‘güvenlik devleti’…

80’lerden bu yana sürdürülen neoliberal rejimin bazı bagajlarından arınmış, daha otoriter ve katı bir kapitalizm vaadi…

 

Seçime çok az bir süre kalmışken yapılması risk gibi görünse de sık sık tekrarlanan “OHAL ile grevleri yasakladık” hatırlatmaları, Batı’nın finansal ve siyasal merkezlerine yönelik ‘atak’ itirazlar, demokratik söylemin “yasaklarla mücadele edeceğiz” gibi, gülünçlüğü göze alınmış bir geçiştirmeden ibaret tutulması açık bir ‘saf değiştirme’ olarak da okunamaz mı? Tam da küresel kapitalizmin kendisine alternatif ‘ittifak’ arayışlarına giriştiğini hissettiği bir anda, bizzat küresel kapitalizmin mevcut halinin sona erdiğini söyleyerek direnç oluşturmaya çalışan bir kabuk ve safdeğiştirme…

Önündeki yolun tamamen tıkanmış olduğunu gören iktidar, kendi krizini dünyanın karmaşası içinde bulandırarak bir yeni ‘mecburi istikamet’ yolu açmaya çalışıyor. Bu ‘istikamet’, neredeyse tüm müttefiklerin ve söylemlerin değişebileceği, geçmişin kirli bir yük olmaktan başka bir anlam taşımayacağı zorlu bir terminal dönem gerektiriyor. Bugün, eski kitaplarıyla faka bastırılanından yeni rakipleri karşısında dize getirilenine dek bir dizi yandaşının, etkisiz, işlevsiz olmaktan öte zarar verir hale gelmesi, rejimin tam bir çöküş ile tam bir ‘istikamet değişimi’ arasında bocalayacağı bu terminal dönemi işaret ediyor.

Ve Türkiye’nin 24 Haziran’dan sonra gireceği giderek daha çok belirtiyle anlaşılan toplam siyasal-ekonomik krizin, bir süre sonra, böylesi bir despot kapitalizmi, çok farklı kesimler için ‘makul seçenek’ haline getirebileceğini; 40 yıllık küresel politikaların ürünü ve sonucu olan bir rejimden kurtulmanın, aynı politikaların farklı ambalajlanmasıyla mümkün olmayacağını da unutmamak gerekiyor.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş
Çok okunan haberler